Şeyma Doğan 2018 Ağustos
O ARTIK BİZDEN BİRİ (Mİ?)
Toplumda medyaya karşı gelişen yeni ve güçlü bir duygu var. Evin bu en son bireyine hisler çok kuvvetli ve bu duygular medyayı kesinlikle vazgeçilmez yapıyor (!)
Herhalde bu yüzdendendir ki insanlar, her şeyi onunla paylaşma, sürekli profilleri güncel tutma gibi bir dert içerisinde. ‘O’ ne kadar çok şey bilirse o kadar rahat ediliyor artık. Üstelik bu medya kesinlikle dinlenmiyor, susmuyor. Aynı evin içinde evin gerçek halkını susturabiliyor. Mesela televizyonun 15 dakika bile kapatıldığı olmuyor çoğu zaman. Ya da daha dişlisi olan sosyal medyadan hiç mi hiç vazgeçilmiyor. Evin içinde olan bitenlerin olduğu gibi orda yayınlanması çoktan geçildi, dini yönü ve dini yaşantı da afişe ediliyor.
Bu tipik riyakârlık, ikili yaşam toplum içerisinde saklanmayı çok iyi başarıyor. Mesela kendisinin üçüncü cins olduğunu açıkça ilan eden medyatikler, Cuma mesajları atıp Ramazan ayını ve kandilleri kutluyorlar. Takipçiler hiç şaşkın değil! Hatta takipçiler memnun! ‘Bu insan aslında büyük bir günah içerisinde, neden dinimi gelecek beğenlere alet ediyor?’ diye sormuyor, soramıyor.
Üçüncü tür çok mu uç bir örnek oldu?
Peki, normal bir insanı örnek verelim. Yaşantısında hiçbir zaman din olmamış kişiler dini meseleler hakkında uzun uzun konuşabiliyorlar sosyal medyada. Konu bazen tesettür oluyor, bazen kurban bazen cennete girebilecek kişiler… Yani bir din âliminin bile keskin çizgiler çizmeyeceği konularda herkes, her şekilde yorum yapabiliyor. Ve bunun gerekçesi de çoğu zaman ‘benim ailem çok mutaassıptı, biliyoruz bir şeyler’ oluyor.
Ertesi gün bir bakıyoruz bir gün önce hükümler veren aynı ‘mutaassıp kişi’ rakı sofralarında ve bunu paylaşmaktan da pek utanmışa benzemiyor. Neden utansın ki?
Demokratik hak ve özgürlük lafları dile öyle bir pelesenk oldu ki ‘herkes istediği şekilde yaşar, karışamazsınız’ yalancılığı diye bir şey var artık. Bu düşünce minvalindeki insanın her konuyla ilgili bir fikri var ve bunu da ‘ayıp’ gözetmeden kolayca dile getirebiliyor.
Dikkat edelim, ‘ayıp’ kelimesi burada kilit kelime. Ayıp olan şeylerin artık üstü çizilmeye ve bu kavram silinmeye çalışılıyor çünkü. Ayıbı bilmeyen nesil de her mecraya fazla cüretkâr yaklaşabiliyor.
Dinimiz hakkında rastgele konuşulacak bir din değil. Hiçbir konuda rastgele konuşulmaması gerektiği gibi uluorta, her türden insanın ve paylaşımın olduğu bir mecrada konuşulması hiç doğru değil. Dini yaşamak demek sağdan soldan gelen Cuma mesajını iletmek veya kısıtlı bir gün dâhilinde umreye gitmek ve bunu bir ‘etkinlikmiş’ gibi paylaşmak da değildir. Umre bir çeşit ibadettir. Umreye gitmenin amacı dünyevi şeyleri ve maneviyatı sorgulamak ve gidilen yerden, en az yeni doğmuş bir bebek kadar her şeyden arınmış olarak dönmektir.
Tüm bu söylediklerimizden yola çıkarak din ve dindarlık bir anlamda pazara sunuluyor, vitrine konarak pazarlanıyor ve metalaştırılarak tüketilmesi amaçlanıyor diyebilir miyiz?
Demeyelim.
Kutsal değerlerimize sanki bir kaleymiş de, bu kaleyi canımız pahasına korumamız gerekiyormuşçasına sarılalım. Âl-i İmrân Suresi 103. Ayet de buyruluyor: ‘Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayınız. Hani siz birbirine düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız’